11 Aralık 2018 Salı

19. Yüzyılın Psikiyatristleri "Ruh Avcıları"

Merhabalar, size bu yazımda izlediğim diziden yola çıkarak öğrendiğim bir takım ilginç bilgiden bahsetmek istiyorum. Eğer aranızda Netflix'i ve çıkardığı dizileri takip edenleriniz varsa "The Alienist" yani "Ruh Avcısı" dizisini görmüştür. İşte ben de bu diziye başlayıp oldukça beğenenler arasındayım. Dizi aslında psikolojik- gerilim ve polisiye türlerini içeriyor. Aynı zamanda 1994 yılında Caleb Carr tarafından yayımlanan kitaptan uyarlanmış. Filmin başrollerinde ise Daniel Brühl, Dakota Fanning ve Luke Evans bulunuyor. Üçünün de oyunculukları gerçekten takdire şayan diyebilirim. İzleyecekler varsa spoiler vermeyi sevmeyen biri olduğum için sadece konusu hakkında ufak bir bilgi vererek, asıl benim dikkatimi çeken noktaya varmak istiyorum.
 

Dizi 1896 yılında Manhattan'da geçiyor. 13 yaşında bir erkek çocuk karlı ve soğuk bir havada Williamsburg köprüsünde kadın kıyafetleri içerisinde ölü bulunuyor. Bu durum şehirde oldukça büyük yankı uyandırıyor. Çocuğun ise kadın kıyafetleri içerisinde olmasının sebebi, bir genelevde çalışıyor olmasıyla öğreniliyor. Ardından bu şekilde bir kaç çocuğun öldürülmesiyle olaylar büyüyor. Böylece başrollerimiz Daniel Brühl (psikiyatrist), Harvard Üniversitesi'nden tanıdığı Luke Evans (New York Times Muhabiri) ve Dakota Fanning (Emniyet Müdürü Sekreteri) bir araya gelerek olayları çözmeye, seri katili bulmaya ve daha da derinlere inmeye başlıyorlar.

                                         İlgili resim

Dizinin başında dikkatimi çeken bir açıklama yazıyordu. Bu açıklama şuydu; "19. yüzyılda zihinsel rahatsızlıkları olan insanların, toplumdan, kendi doğalarından ve ruhlarından uzaklaşmış insanlar olduğu düşünülürdü. Bu sebeple onları tedavi eden uzmanlara o dönemde "ruh avcısı" denirdi". Bu açıklama gerçekten çok ilgimi çekti ve biraz araştırma yapmak istedim. Kitap yazarının da "kitabımda yazdığım hikaye dışında her şey doğru" şeklinde yaptığı açıklama aslında ruh avcılığı olayını kanıtlar nitelikte. Toplum normlarına göre hareket etmeyen insanların genel olarak topluma yabancı kişiler olarak adlandırılmalarına rastlamışsınızdır. Yani o dönemde yaşayan ve zihinsel problemleri olan insanlar topluma uygun davranış ve düşüncelerde bulunmadıkları, şiddete, cinselliğe, öfkeye, suç işlemeye hatta cinayet işlemeye meğilli olabilme ihtimalleri bulundukları için ruhlarında bir problem olduğu düşünülüyormuş. Bu sebeple günümüzün psikiyatristleri yani o dönemin ruh avcıları, bu kişileri tespit ederek onları ruhları (aslında zihinlerini) düzeltmeye çalışırmış. Psikiyatristlerin aslında bu dönemlerde yaşanan olaylarda, suçluları bulmada oldukça katkıları olduğu söylenebilir. İşte dizimizdeki takıntılı ruh avcımızda daha önce cinayet işleyen hastalarını inceleyerek ve kıvrak zekasını kullanarak, takım arkadaşlarıyla beraber bu katilin peşine düşüyor. Lafı fazla uzatmadan dizinin eski dönemlerde geçen psikolojik-gerilim dizilerine benzediğini klasik bir polisiye dizisi olduğunu söylemek yanlış olmaz. Ama sürükleyiciliği konusunda kesinlikle yüksek bir puanı hak ediyor. Bu sebeple izlemek isteyen herkese tavsiye ediyorum.
                              
  mental disease 19.century ile ilgili görsel sonucu
                           1890'larda bir akıl sağlığı merkezi

Merak Edenler Dizinin Fragmanına Buradan Ulaşabilir

4 Aralık 2018 Salı

Edebiyat ve Kahve Severlere Duyurulur !

Bugün D&R mağazasını gezme fırsatı buldum. Malumunuz yılbaşı yaklaşıyor ve tatlış süsler ve hediyeler raflarda yerlerini aldı. Ben de 2019 takvimi bakmak için gittiğim mağazada aşık olduğum bir seri ile karşılaştım. Adı Portreler Serisi Kahve Fincanı serisi ve Can Yayınları tarafından çıkarılmış. Gerçekten çok güzel düşünmüşler. Benim sadece dört çeşidini inceleme şansım oldu. Belki sizin gideceğiniz mağazada daha fazla çeşit olabilir ama benim gittiğim mağaza biraz küçük olduğu için çeşitler hakkında çok fazla yorum yapamayacağım. Belki de sadece bu dört seçeneği vardır. Porte olarak birbirinden değerli ve başarılı dört yazarımızı kullanmışlar. Bunlar; Jane Austen, Franz Kafka, Edgar Allan Poe ve Dostoyevski. Hepsini gerçekten çok başarılı buluyorum ve çok seviyorum. Fakat benim gönlümde yatan yazar her zaman Jane Austen olmuştur. Yazdığı birbirinden şahane eserlerle, hayata karşı duruşunu hiç bozmamasıyla, zamane kadınlarına öncü olarak ve cesaretini ortaya katarak korkmadan kendi ayaklarının üzerinde durmayı başarmasıyla benim için çok büyük bir rol model olmuştur. Üzerine de yazdığım akademik yazılar sayesinde hayatını inceleme fırsatı bulmuştum ve bu beni ona daha da yakınlaştırmıştı. Bu yüzden ben Jane Austen kahve fincanını seçtim. Artık kahvemi içerken her zamanın onu ve onun güçlü duruşunu hatırlayacağım. E tabi ki bunu bana yılbaşı hediyesi olarak alan biricik sevgilime de buradan teşekkürlerimi iletmeden olmaz. Siz de bu güzel kahve fincanlarından kendinize alabilir, veya bir sevdiğinize armağan edebilirsiniz. Herkese bol köpüklü, keyifli ve edebiyatlı kahveler  !



1 Aralık 2018 Cumartesi

Adım Adım İngiliz Edebiyatı ve Orta Çağ

Bugün Orta Çağ İngiliz Edebiyatı'ndan başlayacağız serimize. Öncelikle kaynak olarak üniversitede bana bu dersi veren çok değerli hocamdan aldığım şahane bilgileri sizlere sunacağım. Onun yıllarca biriktirdiği zengin bilgileri şüphe duymadan sizinle paylaşacağımı bilmenizi isterim. Bu seri sayesinde aynı zamanda İngiliz Edebiyatı üzerinde bir gezintiye çıkarak genel bir bakış atmış olacağız. Sizi de bu konuda zenginleştirmek beni oldukça mutlu edecek. Tabiki bu konular hakkında yazmak sayfalara sığmaz. Fakat ben size kısa ve öz olarak, okurken sıkılmayacağınız şekilde yazmaya çalışacağım. E o zaman başlayalım;
                            
                                 
                                                    Photo by www.medievalists.net

Öncelikle İngiltere'nin eski zamanlarından bahsetmek gerekiyor. Bildiğiniz gibi bu bölge aslında Büyük Britanya veya Birleşik Krallık olarak geçen bir ada ülkesi. İngiltere, İskoçya ve Galler adalarından oluşan büyük bir kara parçası. İrlanda da bu adaya komşu olan diğer adadır. Zamanında bu kara parçası pek çok göçlere ve istilaya uğramış. İngiltere üzerinde ilk önce Keltler yaşarmış ancak bu topluluğun nereden  geldiklerine veya kim olduklarına dair ayrıntılı bir bilgim yok maalesef. Ardından 5.yy civarında Anglosaksonlar İngiltere'ye yerleşmişler. Aslında bu insanlar Alman kabilelerinden oluşan insanlar. Böylece Keltler ve Anglosaksonlar bir arada yaşamaya başlamışlar. E tabi böyle bir istilayı gören Vikingler de rahat durmamış ve Norveç üzerinden adaya saldırmaya başlamışlar. Böylece İngiltere aslında pek çok farklı insanın yaşadığı ada haline gelmiş, aynı bizim de Osmanlı döneminde farklı etnik ve ırk grubundan insanların bir arada yaşadığı gibi. Farklı istilalar doğal olarak adada bir yaşam ve iktidar savaşına sebebiyet vermiş. Böylece edebiyat veya diğer sanat türlerine fazla ayrılan bir zaman olmamış 7. yy'a kadar. Fakat bu durumu değiştiren bir olay gerçekleşmiş: Romalı İstilası. Bu istila ardından İngiltere'de büyük ölçüde değişiklikler meydana gelmiş. Öncelikle Romalılar kendi dilleri olan Latince'yi ülkeye tanıtmışlar ve dinleri olan Katolikliği. Böylece ülkede üç ana dil konuşulmaya başlanmış: Latince (daha çok iktidarların ve üst tabakanın kullandığı dil olarak), Anglosakson dili ve Kelt dili. Bir de Fransızlar eksikti diyebilirsiniz çünkü bu istilaların ardından Fransızlar da ülkeye göz dikmiş ve 1066 yılında Norman İstilası gerçekleşmiş. E tabi onlarda kendi kültürlerini ve dillerini getirmişler. Hatta İngilizce'ye çoğu Fransızca kelime bu istila ardından geçmiştir. Sonuç olarak Orta Çağ İngilizcesi kısaca Latince, Anglosakson,Kelt ve Fransızca dillerinden oluşan bir kombinasyon haline gelmiş. Bunları neden anlatıyorsunuz diye soracak olursanız, eğer tarihi bilmezsek edebiyatı anlamamız ve öğrenmemiz bir nevi imkansız hale gelir. Bu yüzden yüzeysel de olsa tarih hakkında bir şeyler bilmemiz gerekiyor.

                             
                                                                 (Romalıların İstilası)

Şimdi yavaşça edebiyatın oluşumuna gelebiliriz. Yukarıda bahsettiğim gibi Romalıların istilası gerçekten edebiyat açısından ülkede önemli değişikliklere sebebiyet vermiş. Bazı yazı stilleri edebiyata tanıtılmış. Örneğin form ve içerik bu dönemde edebiyata girmiş ki bu terimler edebiyat için yapı taşlarıdır aslında. Formdan kasettiğimiz de tabiki o dönemin epik şiirleri. Tabiki form illa şiir olmak zorunda değil, roman olabilir, drama olabilir. Form aslında bir nevi yazının türüdür. İçerik ise yazdığımız yazının hikayesidir. İlk zamanlarda sözlü olarak anlatılan destanlar yazının yavaş yavaş edebiyat içerisine girmesiyle yazılı bir hale dönüşmüş. Anlatılan destanlar da aynı bizim destanlarımızda olduğu gibi kahramanlık hikayelerinden, savaşlardan ve zaferlerden oluşmuş. Edebiyatı başlatan ise yazılan dini şiirler olmuş. Bu şiirler ile Tanrı'ya övgü ve şükranlarını iletmeye çalışmışlar. İlahiler yazarak Tanrı'ya dualar etmeye başlamışlar. Böylece edebiyat kulaktan kulağa değil, el yazmaları sayesinde daha kalıcı bir hale gelmiş. Tabi zaman içerisinde yaşanan yağma ve yangınlardan kurtarılabildikleri kadar günümüze kadar ulaşmayı başarabilmişler.

                                                  
                                        Arthur Pendragon by MiguelCoimbra on deviantART

Asıl konumuz olan Orta Çağ Edebiyatı'nda ise meşhur olan Kral Arthur'un destanlarıdır. Kudretli Kral Arthur ve Yuvarlak Masa Şövalyeleri. Hatta yakın geçmişte filmi de çekilmişti, belki izleyenleriniz vardır. Kral Arthur zamanın en yüce en güçlü, en erdemli, en nazik, en cesaretli ve bir o kadar da çapkın kralıymış. Ülkesi için yaptıklarını insanlar anlatmakla bitiremezmiş. Hatta medyum Merlin'in Arthur'un doğumunu ön gördüğü söylenir. Rivayete göre gökyüzünde parlak bir yıldız kayar. Bu yıldız kudretli Arthur'un doğumunun habercisidir. Merlin ise bu rivayetten sonra ortadan  kaybolur. O dönemin destanlarında ise günlük hayat konu olarak seçilmiştir ve aslında her bir destanda insanlara verilen mesajlar vardır. Sir Gawain ve Yeşil Şövalye Destanı benim en çok dikkatimi çeken hikayeydi mesela. Dinlediğinizde gülüp "Saçmalığa bak ! Adamın kafası kopuyor ama kolunun altına alıp o şekilde geziyor." diyebilirsiniz ki ben demiştim. Fakat destanın sonunda insanlara erdemli olmanın ne kadar önemli olduğunu gerçekten güzel bir şekilde aşılamaya çalışır. Orta çağda önemli bazı yazarlar vardır. Bunlar Orta Çağ edebiyatının temel taşlarıdır. The Venerable (muhterem) Bede vardır mesela. Historia Esslesiastica Gentis Anglorum (İngiliz Halkı Kilise Tarihi) el yazmasıyla ünlüdür. Aynı şekilde Gildas vardır. İngiliz halkının tarihiyle ilgili eserler vermiştir. Geoffrey Chaucer, Canterbury Öyküleri ile ünlüdür. İlk defa toplumu eleştirmiş, hikayelerinde soylulardan ziyade sıradan  insanları kullanmıştır. Britanya Kralı Alfred de bu dönemde edebiyata oldukça büyük katkıda bulunmuştur. Kendisi aslında çevirmendir. Çoğu Latince eseri Anglosakson diline çevirerek halka ulaşmasını sağlamıştır. Ayrıca gelecek zamanlar için büyük bir miras bırakmıştır. Böylece halkın gözünde oldukça değer kazanmıştır.
                                   
                                    
                                             Yeşil Şövalye photo by wisdomtales.org

Bu dönemlerde destanlar, yazılan epik şiirler ve dini şiirlerden ziyade aslında edebiyata romantizm de girmeye başlamıştır. Kadınlar hikayelere girerek farklı bir renk katmaya başlamıştır. Örneğin beni en çok etkileyen epik şiirlerden olan Troilus ve Criseyde hikayesini kısaca size anlatmak isterim. Öncelikle bu aslında İngiliz Edebiyatı'nda ortaya çıkan ilk aşk hikayelerinden sayılabilir. Geoffrey Chaucer tarafından yazılmıştır. Hatta Shakespeare o kadar etkilenmiştir ki bu hikayeyi tekrar kendisi de yazmıştır. Hikayeye göre Truva'da yaşayan Troilus ve Criseyde adında birbirini seven bir çift varmış. Criseyde'nin babası o dönemin saygın adamlarından biriymiş fakat Truva Savaşı'nda Yunanların savaşı kazanacağını anlayınca Yunan tarafına geçerek kendi tarafına bir nevi ihanet etmiş. Kendi hayatını da kurtarabilmek için Yunanistan'a taşınmaya karar vermiş kızıyla birlikte. O sırada aşık çiftimiz ise evlenme kararı almışlar fakat babasına boyun eğmek zorunda kalan Criseyde babasıyla birlikte mecburen Yunanistan'a taşınma kararı almış. Taşınmadan önce de Troilus'a savaş bittikten sonra geri döneceğine dair söz vermiş ama bir daha asla geri dönmemiş. Çünkü Yunanistan'da saygın bir adam Criseyde'ye aşık olmuş ve onunla evlenme kararı almış. Aşığının evlendiğini duyan Troilus ise kahrından intihar etmiş. İşte böyle etkileyici aşk hikayelerinin olduğu bir dönem olmaya başlamış Orta Çağ Edebiyatı. Ardından da yavaş yavaş edebiyata drama girmeye başlamış. Dramayla birlikte trajedi türü ortaya çıkmış. Roma Draması'nda Seneca bunların en başarılı örneklerini veren oyun yazarı olarak anılmaya başlamış. Şiddeti sahneye taşımaya başlamışlar ve sahnede her şey seyircinin gözü önünde gerçekleştirilirmiş. Yunan ve Roma Draması'nda kaynak olarak da Yunan ve Roma mitolojisinden yararlanılırmış destanlarda da olduğu gibi. Hristiyanlığın İngiltere'ye gelmesinin ardından da dini dramalar ortaya çıkmış ve insanlara dini ve ahlaki mesajlar verilmeye başlanmış. Hatta bu oyunlar kilisilerde oynatılırmış. Quem Quaeritis? (Kimi Arıyorsunuz?) oyunu da Latince ve Anglosakson dilinde verilen ilk eser olarak tarihe geçmiştir. Bu oyunda 3 Meryem (Meryem Ana, Magdalalı Meryem, Aziz Lazar'ın kardeşi Meryem) Hz. İsa'yı ararlar. Böylece İngilizce verilen eserlerin sayısı da türü de artmaya başlar.

                             
                                                      Hz. İsa'yı Arayan Üç Meryem 

Aslında anlatacağım o kadar çok şey var ki. Fakat lafı çok uzatarak sizi de sıkmak istemiyorum. O yüzden Orta Çağ Edebiyatı'nı burada sonlandırarak serimin açılışını yapmış oluyorum. Okuduğunuz zaman "Aaa böyle bir şey de varmış." demeniz benim için yeterli açıkçası. Bu seriden beklentim de bu. Eğer bir yanlışım olduysa anlattıklarımda, lütfen yorumlarda belirtmeyi unutmayın. Paylaşımlar birlikte daha güzel oluyor. Bir sonraki yazım için takipte kalın. Hepinize keyifli okumalar diliyorum.

27 Kasım 2018 Salı

Yeni Bir Edebiyat Serisi Başlatıyorum

Herkese merhaba, bugün size küçük bir bilgilendirme yapmak istedim. Bir süredir paylaşım yapamadığımın farkındayım. Bazı sebeplerden dolayı blog sayfama zaman ayıramadım. Ancak bundan sonra ipleri elime alacağım. Sizlerden de özür diliyorum. Blog sayfamı açtığımdan beri bir konu dikkatimi çok çekti. Yaptığım kitap yorumlamaları üzerinde yoğun bir ilgi olduğunu gördüm. Bu da beni açıkçası çok mutlu etti. Bu sayfayı açtığımda her konu hakkında paylaşımlar yaptığımı yazmıştım ki ilginç gelen konuları sizlerle paylaşmak benim de çok hoşuma gidiyor. Ancak kendi alanım edebiyat olduğu için kitap paylaşımlarıma olan ilgiden çok memnun kaldım. Özellikle de İngiliz Edebiyatı üzerine eğitim aldığım için ve çoğu klasiği okuduğum için sizlerle paylaşmak istedim. Şimdi de yeni bir seri yapmayı düşünüyorum. Yalnızca edebiyatseverlere değil, tüm takipçilerime aldığım eğitimi ulaştırmaya karar verdim. Bundan sonra elimden geldiğince düzenli olarak sayfamda İngiliz Edebiyatının dönemlerini paylaşacağım. Bu dönemler Orta Çağ Edebiyatı’ndan günümüze kadar olan dönemleri kapsayacak. Ardından bu dönemlerde ortaya çıkan edebi akımları ele alacağım ve bu akımların İngiliz Edebiyatı üzerinde nasıl bir etkiye sahip olduğunu inceleyeceğim. Eğer siz de bu dönemlere ilgi duyuyor ve merak ediyorsanız, sayfamı takipte kalmanızı öneririm. Birlikte eğlenerek ve bilgilenerek geçireceğimiz bir edebiyat serisine şimdiden hoşgeldiniz diyor, keyifli okumalar diliyorum.

14 Kasım 2018 Çarşamba

Edebiyatı Anlayabilmek


Edebiyatı herkes çok sevmez. Çoğu insan kendisine yakın bulmaz. Kitap okumanın sıkıcı olduğunu iddia ederler. Okuduklarını anlayamadıklarını, yorumlayamadıklarını söylerler. Edebiyatla uğraşan insanlara karşı da garip bir bakış açısı vardır. Ancak işin aslı öyle değildir. Edebiyatı anlayamamak benim için imkansız sayılabilir. Çünkü insan kendisini nasıl anlayabiliyorsa, edebiyatı da o kadar kolay bir şekilde anlar. Çünkü o içimizde var olan bir parçamızdır. 
Edebiyat, belki de sonu olmayan bir denize  bir yelkenliyle açılmak gibidir adeta. Rüzgar sizi nereye sürüklerse siz de o yöne doğru giderken bulabilirsiniz kendinizi. Edebiyatın mutlaka hemen hemen her insana dokunacak bir ucu bulunur. Çünkü onun doğası duygulara dayanır. Verilen her eser hissedilerek yazılmış birer incidir. Her sanatçı kendi duygularını, düşüncelerini dokundurur kağıtlara kaleminin ucuyla. Edebiyatı anlamamak diye bir düşüncenin var olduğuna inanmıyorum. Çünkü insanı insan yapan onun duyguları ve düşünceleridir. Edebiyat da bu duygu ve düşüncelerin bir nevi iletilme aracıdır. Elinize herhangi bir kitap ya da herhangi bir eser aldığınız zaman onun cümlelerinden illa kalbinize dokunan bir nokta bulabilirsiniz farkında olmadan. İşte o an edebiyatı anlamaya başlarsınız ve kendinizi bir anda edebiyatın içinde bulursunuz.
Edebiyat aslında sizin bir yansımanızdır. Ondan kaçmamayı öğrendiğinizde kendinizden de kaçmamayı öğrenmiş olursunuz. 

12 Kasım 2018 Pazartesi

Büyük Umutlar - Charles Dickens

Herkese merhabalar, bugün yine bir kitap yorumlaması ile karşınızdayım. Fakat bu sefer İngiliz edebiyatında daha gerilere gideceğiz ve Viktorya Dönemi İngiliz Romanlarının en güzel örneklerinden biri olan Büyük Umutlar (Charles Dickens) kitabından bahsedeceğim. Benim gerçekten büyük bir zevkle okuduğum klasiklerden biri olabilir. Biraz kalın bir kitaptır fakat sıkılmadan okuyabileceğiniz ve farklı bir dünyaya seyahat edebileceğiniz bir kitap. Öncelikle yazıma Charles Dickens hakkında ufak bir bilgi vererek başlamak istiyorum.

                                       

Charles Dickens, 7 Şubat 1812 yılında Portsmouth, İngiltere'de dünyaya gelmiştir. İngiliz yazar ve toplum eleştirmenidir. Kitaplarında toplumu sıkça eleştirdiği ve bazı mesajlar vermeye çalıştığı sıkça görülmektedir. Küçük yaşlarda borçları sebebiyle hapse giren babası ve yaşadıkları yoksulluk, Dickens'ın hayatında büyük bir etkiye sahiptir. Bu sebeple genellikle kitaplarında çocuk karakterlere yer vermiştir. Aile büyüklerinin başına gelenler sebebiyle olaylardan etkilenen çocuklar kitaplarında yer alır. Ayrıca eserlerinde yaşadığı dönemi bir ayna gibi yansıttığı için okurlar yaşadığı dönem İngiltere'si hakkında pek çok fikir sahibi olabilir. Sosyal, ekonomik, dini, kültürel, politik ve eğitimsel açıdan toplumu ele alır ve kitaplarında bu açıları eleştirerek yansıtır. En ünlü eserlerinden Oliver Twist kitabında toplumda çocuklara nasıl davranıldığından, Zor Yıllar kitabında ailelerin kriz döneminde başına geçen olaylardan, İki Şehrin Hikayesi kitabında Fransız Devrimi'nden bahsederek okuyuculara dönemi ve düşüncelerini ulaştırmaya çalışır.

Benim bahsedeceğim Büyük Umutlar kitabında ise Viktorya Döneminde toplumda yaşanan temel problemleri yansıtmaya çalışmıştır. Kitap aslında bildungsroman özelliği taşır. Alman edebiyatında olgunlaşma romanı olarak geçer. Kısaca kitaptaki bir karakterin küçük döneminden olgunlaşma dönemine kadar yaşadıklarının anlatıldığı roman türüdür. Büyük 
Umutlar kitabında da ana karakterimiz olan Pip'in hayat hikayesinden bahsediliyor. Kitap 4 ciltten oluşuyor ve her cilt Pip'in farklı dönemlerinden oluşuyor. İlk ciltte Pip, ablası ve onun eşiyle birlikte yaşayan küçük bir çocuktur. Anne, babası ve beş küçük kardeşi de vefat etmiştir. Yani onları hiç görememiştir. Bir gece Pip hapishaneden kaçan iki mahkumla karşılaşır ve böylece kitabımız büyük bir gerilimle başlamış olur. İkinci cilt ise, Pip'in ablasının, onunla olan ilişkisinin, ablasının eşi Joe ve onunla olan ilişkisinin anlatıldığı bölümdür. Aynı zamanda aşık olacağı güzeller güzeli Estella ile tanıştığı bölüm budur. Üçüncü ciltte ise Pip esrarengiz bir adamdan para yardımı alarak Londra'ya taşınır ve artık ayakları üzerinde durmaya çalışan bir genç adam haline gelir. Amacı ise bir centilmen olmak ve Estella ile evlenebilmektir. Dickens ise yaşadığı dönemin İngiltere'sinde gençlerin sürekli centilmen olma çabalarını eleştirmektedir. Son bölümde ise Pip artık olgunlaşır ve hayatta her şeyin para olmadığının farkına vararak özüne döner. Romanın sonunda da olgunlaşma evrimini tamamlamış olur.


Roman gerçekten akıcı bir şekilde ilerliyor. Bir karakterin küçük bir çocuktan olgun bir adama dönüşünü gözlerinizin önüne getirebiliyorsunuz. Olaylar tamamen sırayla anladığı için kitapta herhangi bir anlatım karmaşası da bulunmuyor. Hatta gerçeği yansıttığı ve gelişme döneminden bahsettiği için okurların bu kitabı okuyarak kendilerini özdeşleştirmeleri veya örnek alarak içselleştirmeleri bu açıdan oldukça kolay oluyor. Bu yüzden eğer bu tarz romanları okumayı seviyorsanız veya merak ediyorsanız size kesinlikle tavsiye edeceğim bir klasik Büyük Umutlar. İnsanın içerisinde yatan umutlarının hayatı boyunca nasıl yeşerip, bir süre sonra da aslında hepsinin ne kadar boş olabileceğini anlatan ve aslında hayatımızla iç içe olan bir roman. Bu yüzden klasik olmayı fazlasıyla hak ediyor.


photo by www.dickenslit.com
          

4 Kasım 2018 Pazar

E-Devlet Halk Kütüphanesi Uygulaması

Herkese merhaba, e-devlet geçtiğimiz günlerde bir mail gönderdi. Belki siz de görmüşsünüzdür. Artık  e- devlet üzerinden istediğimiz bir Halk Kütüphanesi'ne internet üzerinden üye olabiliyor ve o kütüphanedeki e-kitaplara kolayca ulaşabiliyorsunuz. Katalog taraması yapabiliyor, ödünç aldığınız kitapların süresini istediğiniz gibi uzatabiliyor, üyelik bilgilerinizi güncelleyebiliyor, üye olduğunu kütüphaneyi kolayca değiştirebiliyor ve tüm Halk Kütüphanelerinin hizmet bilgilerine ulaşabiliyorsunuz. Bu e-devlet üzerinden yapılmış en güzel hizmetlerden biri sayılabilir. Özellikle benim gibi kitapseverlerin oldukça işine yarayacaktır. Sadece kitapseverlerin değil, tüm öğrencilerin ödevlerinde, tezlerinde ve araştırmalarında kullanacağı kapsamlı bir kaynak olarak karşılarına çıkacaktır. Şahsen kendi okulumun kütüphanesinin kendi bölümüm adına oldukça yetersiz olduğunu söyleyebilirim. Bu sebeple diğer üniversitelerin kütüphanelerine girmeye çalışıyor fakat öğrencisi olmadığım için kabul edilmiyordum. Bu hizmet sayesinde internet üzerinden kolayca istediğim e-kaynaklara ulaşabileceğim. Eminim sizin de oldukça işinize yarayacaktır. Bu hizmetten yararlanmak için mutlaka kitap okumayı sevmeniz veya öğrenci olmanız da gerekmiyor elbette. Açıp istediğiniz gibi araştırma yapıp kitaplar arasında keyifli vakit geçirebilirsiniz.

                                                    Photo by Aliis Sinisalu on Unsplash


Üye olmak için ise gereken şeylerden biri e-devlet hesabınızın olması. Artık günümüzde ülkenin büyük çoğunluğu e-devlet hesabı kullanıyor. Eğer olmayanlar var ise PTT şubelerinden gidip derhal bir şifre edinebilirsiniz. Eğer hesabınız varsa e-devlet üzerinden Halk Kütüphanesi e-Üyelik/Bilgi Güncelleme ekranından istenilen bilgileri doldurarak kolayca üyelik işleminizi tamamlayabiliyorsunuz. Ayrıca "Kütüphanem Cepte" uygulaması üzerinden de bağlanabilme imkanınız bulunuyor. Üyesi olmak istediğiniz kütüphaneyi de sistem üzerinden seçebiliyor, istediğiniz zaman da değiştirebiliyorsunuz. Üye olmanız ardından mail adresinize kullanıcı adınız ve şifreniz gönderiliyor. Bundan sonrasında ise üye olduğunuz kütüphanenin sayfasından kullanıcı adınız ve şifreniz ile giriş yaparak kitaplara ulaşmak kalıyor. Hepinize iyi okumalar diliyorum.

1 Kasım 2018 Perşembe

Uğultulu Tepeler - Emily Bronté



Sizlere bu yazımda Emily Bronte ve  Uğultulu Tepeler hakkında biraz bilgi vermek istiyorum.

Emily, üç roman yazarı kız kardeşten ortanca olan kardeştir. Bir de erkek kardeşleri vardır. Anneleri son doğumunu yaparken vefat etmiş, çocukların sorumluluğu halalarına ve babalarına kalmıştır. Babaları kasaba papazıdır. Kardeşlerinin eğitiminde Charlotte’u görevlendirmiştir. Büyüdüklerinde Emily, Anne ve Charlotte birer roman yazarı olmuşlardır. Ancak o dönemlerde kadınların yazarlık konusunda çektikleri sıkıntılar yüzünden kendilerine Currer, Ellis ve Acton Bell adını koymuşlardır. Hepsinin ad ve soyadlarının baş harfleri aynı kalabilmiştir sadece.

Uğultulu Tepeler, Emily’nin tek eseridir. Gothic bir roman olma özelliği taşır. Olaylar ve zaman sürekli bir kasvet ve karanlığın içerisindedir. Hikaye intikam duygusu üzerine yazılmıştır. Aynı zamanda aşk da vardır. Ana karakterlerin hepsi Hristiyanlık dinindeki 7 günahtan birini temsil etmedir. Ancak Emily bu günahlara karşı aslında nasıl biri olmamız gerektiğinin mesajını da bize verir. Bu günahlar insan doğasının bir parçasıdır. O yüzden Bronte’nin insan doğası ve ruh analizi konusunda oldukça başarılı olduğunu söylemek yanlış olmaz. Aynı zamanda hem taklitçi hem de yaratıcı yönleri olan bir yazardır. Olay örgüsü ve kişileri o dönemin İngiltere’sinden örnekle yazmış ancak bazı olayları yaratıcı özelliğini kullanarak yazmıştır. Aynı zamanda doğa üstü varlıkların da romanda bulunduğunu söyleyebiliriz.

Kitap, 19. yüzyıl başlarında zengin bir aile olan Earnshawlar’ın kızı Catherine ve aynı ailenin evlatlık çocukları Heathcliff arasında geçen ihtiraslı aşkı anlatıyor. Ancak kitabın ilerleyen sayfalarında aralarındaki aşk, bitmeyen bir nefret ve intikam duygusuna dönüşüyor. Kitapta da intikam duygusunun aslında ne kadar tehlikeli ve yıkıcı bir duygu olduğunu görüyoruz. Kitap Emily Bronte tarafından bitirilip, vefatından bir yıl önce mahlasıyla yayımlanıyor. Vefatından sonra ise kız kardeşi Charlotte tarafından düzenlenip, ikinci baskısı yayımlanıyor. Ancak Charlotte ikinci baskıda Emily Bronte’nin gerçek adını veriyor.

Emily Bronte, ahlak değerlerine sahip bir yazardır. Kitabında da aslında bu ahlak değerlerinden ve dinden bahsetmiştir. Bronte, “Eğer bir kişi bir suç işliyorsa bunun sonu cezalandırılmaktır.” mesajını vermek istemiştir. “Ancak yaptığınız şeyden pişmanlık duyarsanız, Tanrı sizi affedecektir.” mesajını da vermiştir okuyucuya. Son olarak da “Eğer akıl olmazsa, duygular insanı yanıltır” diyerek okuyucu düşünmeye itmiştir.

Romanın sonunda da “Nerede yaşam varsa, orada umut vardır.” düşüncesini biz okuyuculara aşılamaya çalışmıştır.

30 Ekim 2018 Salı

Parçalara Ayrılan 1.4 Milyon Dolar

Yakın zamanda oldukça yankılanan bir olay meydana geldi. Sotheby's de gerçekleştirilen bir açık artırma müzayedesi sırasında satılan ve yaklaşık 8 milyon TL (1.4 milyon dolar) civarında olan bir tablo kendisini imha etti. Herkesi şoke eden bu durum medyada büyük bir patlak verdi. Herkes bu tablo hakkında bir takım teoriler üretse de kimse tam olarak gerçeği bilemiyor. Öncelikle müzayedeyi gerçekleştiren şirketten ve tablonun sahibinden biraz bahsetmek gerekiyor.




Sotheby's 1744 yılında kurulmuş ve New York'ta bulunan çok uluslu bir şirkettir. Dünyanın en büyük ince ve dekoratif sanat, takı, gayrimenkul ve koleksiyon brokeri olan şirket açık artırma, finans ve bayi alanlarında faaliyet göstermektedir. Şirketin verdiği hizmet alanı ise kurumsal sanat hizmetlerinden bireysel satış hizmetlerine kadar değişiklik gösterebilmektedir. Şirket adını ise kurucu ortaklardan John Sotheby'den almıştır.


Diğer bir yandan dünyanın en esrarengiz sanatçılarından biri olan ve kendisiyle ilgili İngiliz olması dışında neredeyse hiçbir şey bilinmeyen efsanevi sokak sanatçısı Banksy ünlü olmayı reddedip, maskesi ardına saklandıkça dikkatleri daha çok üstüne çeken bir aktivisttir. Banksy adıyla bilinen sanatçının 1974 Bristol doğumlu olduğu iddia edilmektedir.  Hip-hop kültürüyle beraber 1970’lerin başında ortaya çıkan grafitti, zaman içerisinde birçok evrim geçirmiştir. 1980’lerde Pop Art akımdan fazlaca etkilenmiş olan grafitti stencil boyama adı verilen şablon tekniğini Pop Art’tan almıştır. Banksy’nin eserlerinin karakteristik özelliğini de bu teknikler oluşturmuştur. Ayrıca Londra'nın birçok duvarını süsleyen Banksy'nin en bilindik eserleri arasında Kırmızı Balonlu Kız olarak anılan eseri de bulunmaktadır. Bu eserin verdiği mesaj "Her zaman umut vardır!" olarak bilinmektedir. Ayrıca bu eseriyle pek çok ünlüye de ilham kaynağı olmuştur. Hatta bu eseri dövme yaptıran ünlüler de bulunmaktadır.
 

İşte bu müzayedede Banksy'nin ünlü Kırmızı Balonlu Kız eseri satışa sunulmuştur. Açık artırmayı, bir kadın yaklaşık 8 milyon TL (1.4 milyon dolar) ile kazanmıştır. Her şey normal seyrinde giderken açık artırma kapatıldığı anda eser birden kendisini parçalara ayırmaya başlamıştır. Bansky tablonun içerisine satılma ihtimali olması durumuna karşı bir öğütücü yerleştirmiştir ve açık artırma kapatıldığında öğütücü devreye girerek tablonun yarısını parçalara ayırmıştır. Yarısı kesilen tabloyla ortaya yeni bir eser çıkmıştır. Açık artırmayı kazanan kadın ve tüm salon ise hem şoka girmiş hem de parçalanmış bir esere yaklaşık 8 milyon (1.4 milyon dolar) ödeyeceğini düşündükçe açık artırmayı kazanan kadın kahrolmuştur. Fakat bu durum aslında o kadar da kötü değildir. Çünkü böyle bir durum ilk defa yaşanarak tarihe geçen bir olay olmuş ve tablonun değerini oldukça artıracağı düşünülmektedir. Olay ardından tablonun adını "Çöplükteki Aşk" olarak değiştirildiği de söylenmektir. Diğer bir yandan ise Banksy tablonun imha edildiği anı kendi Instagram hesabından paylaşmış ve  altına "Açık artırmada satılma ihtimaline karşı, bir kaç yıl önce tablonun içine öğütücü yerleştirmiştim." şeklinde açıklama yazdı. Henüz kimse tam olarak sanatçının neden böyle bir şeye başvurduğunu kestirmiş değil. Başlı başına farklı bir sanatçı olan Banksy'nin ince zekasıyla sürekli farklı şeyler düşünerek, farklı eserler ve olaylar yaratmaya çalıştığı da düşünülen teorilerden sadece bir tanesi. Tablonun son durumu ise belli değil. Satın alan kadın kimliğini gizlemeyi sürdürürken, tablonun satılıp satılmayacağı da henüz netleşmiş değil. 



27 Ekim 2018 Cumartesi

Film Dünyasına Seyahat

Hayatınızda sizi her şeyinizle çok iyi tanıyan birine sahipseniz gerçekten çok şanslısınız. Ben böyle birine sahibim ve kendimi her gün çok şanslı hissediyorum. Bu yazımda biricik sevgilimin hediye alarak beni çok mutlu ettiği kitabı tanıtmak istiyorum. 

Kitabımızın adı Film. Ntv yayınları tarafından hazırlanmış ve benim gibi özellikle eski Hollywood meraklıları için mükemmel bir el kitabı. Kitabımız çekilen ilk filmden günümüze kadar gelen bir zaman dilimini ele almış. Bu zaman dilimlerini de yönetmenleri baz alarak ayırmışlar. Yani kitapta ilk filmden günümüze kadar başarılı yönetmenler ve onların baş yapıtları yer alıyor. Bu kadar uzun bir zaman dilimini en çarpıcı noktalarıyla kısa ve öz olarak anlatmayı başarmaları çok hoşuma gitti açıkçası. Kitabın içerisi de oldukça renkli. Görsel açıdan baya zengin bir kitap olmuş. Her filmden her yönetmenden bolca resimler bulmak mümkün. 
Kitabın kapağında Casablanca filmden bir fotoğraf olması da beni kendisine aşık etti diyebilirim. Gerçekten böyle bir kitap için doğru seçim yapmışlar bana göre. Sayfaları çevirdikçe yeni bir şeyler öğreniyor ve izlediğiniz filmler hakkında yeni bilgiler öğrendikçe, resimler gördükçe gerçekten çok hoşunuza gidiyor. Dönemlerdeki önemli olaylar da bu kitap içerisinde bulunuyor. Yönetmenleri baz alarak ayırdıklarını söylemiştim. Ancak kitapta film türlerinin ayrımı da yapılmış.  Üstelik kitapta farklı ülkelerin de sinemalarına yer verilmiş ve oyuncuların da hayatlarından bahsedilmiş. Dili oldukça basit. Tamamen film tarihinin el kitabı tarzında yazılmış bir kitap. Eğer filme merakınız varsa, filmin tarihine inmek istiyorsanız, benim gibi eski filmlere ve oyunculara bayılan biriyseniz bu kitap kesinlikle tam size göre. 

25 Ekim 2018 Perşembe

Rahmi M. Koç Nostaljisi

Bugün sizlere gezdiğim bir müze hakkında bilgi vermek istiyorum. Geçenlerde Ankara’da bulunan Rahmi M. Koç Müzesi’ni gezme fırsatım oldu. Gerçekten muazzam bir müze. Hem gezerek bitiremeyeceğiniz hem de hayran kalacağınız birbirinden farklı nostaljik eşyaların bulunduğu bir bina. Şahsen ben eski dönemleri ve eski zamanlarda kullanılan eşyalara hayran biri olarak bu müzeye bayıldım ve benim gibi hayranlığı olan herkese gezmelerini kesinlikle tavsiye ederim. Ayrıca müzenin giriş fiyatı da oldukça uygun.
Müze hakkında genel bir bilgi vermek gerekirse müze aslında iki binadan oluşmaktadır. Çengelhan ve Safranhan binaları. Çengelhan binası müzenin ilk olarak 2005 yılında kurulduğu asıl binadır. Kanuni Sultan Süleyman döneminde inşa edilmiştir. Koç Holding kurucusu Vehbi Koç’un da iş yaşantısına başladığı dükkana ev sahipliği yapan han 2003-2005 yılları arasında gerçekleştirilen restorasyon çalışmalarıyla gerçek haline en uygun şekilde yapılmış ve müzeye dönüştürülmüş. 
Safrahan binası ise 1511 yılında yaptırılmış ve bir kervansaray olarak kullanmıştır. Daha sonra Osmanlı Devleti’nin son dönemleri ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında cezaevi olarak kullanılmıştır. Sonraki yıllarda ise depo olarak işlevini sürdürmüştür. 2012 yılında ise Rahmi M. Koç Müzecilik ve Kültür Vakfı tarafından satın alınmış ve restorasyona başlanmıştır. 2016 yılında restorasyon çalışmaları bitmiş ve müze bünyesine katılmıştır. 
İki binanın da her katında farklı eşyalar sergilenmektedir. Eski makineler, karayolu ulaşımı, iletişim, bilimsel aletler, bebek evler ve oyuncaklar bunlardan bazıları. Gerçekten gezerken insanı nostalji havasına sokan bir atmosfere sahip. Özellikle eski filmlerle ve edebiyatla uğraşan biri olduğum için matbaa ve eski kameralar kısmında takılı kaldım. Eski fotoğraf stüdyosunun bile aynısını bulabileceğiniz güzelliğe sahip bir müze. 
Biz toplum olarak müzelere, sanata çok değer veren insanlar değiliz ne yazık ki. Ancak kesinlikle değer vermesek bile gezip görmemiz, farklı şeylere, özellikle tarihimize tanıklık etmemiz gerektiğini düşünüyorum. İşte Rahmi M. Koç Müzesi de bu tanıklığı gerçekleştirebileceğimiz müzeleren biri. Herkese kesinlikle gidip görmesi için tavsiye ediyorum. Şahsen ben de iyi ki gidip görmüşüm diyorum. 

24 Ekim 2018 Çarşamba

Gone With The Wind

Sonunda filmi başarıyla tamamladım ve biraz bahsetmek istedim. Eski Hollywood’a gerçekten çok ayrı bir ilgim var. İnsanlar bunu anlamsız buluyor olabilir. Çoğu insan sıkıcı olduğunu yüzüme bile söyledi ancak sevdiğin şeylerin peşinden gitmek seni farklı kılar. Ben de eski Hollywood ilgimi hiçbir zaman yitirmedim. Bazen çok yanlış zamanda doğmuşum diye kendi kendime söylendiğim bile oluyor. Yapılan her filmin, yaşanan her hayatın ben de çok farklı bir yeri var. Bu yüzden eski filmlerle bu yaşam tarzlarını, insanları, kültürleri gözlemlemiş oluyorum. Konuya gelecek olursak Gone With The Wind yıllardan beri herkesin dilinde dolaşan tam bir klasik ve gerçekten izlenmesi gerektiğini düşündüğüm bir film. 

1939 yılında yapılmış, Margaret Mitchell’in romanından uyarlanmış Amerikan bir filmdir. Savaş, dram ve romantik türleri içerisinde bulundurur. 14 dalda Oscar’a aday gösterilmiş ve bu ödüllerin 10 dalını kazanmıştır. Film Kuzey-Güney Savaşı’nı anlatmaktadır ve ırkçılık yoğun olarak göze çarpmaktadır. Bu savaş sırasında baş karakter olan Scarlett O’Hara’nın yaşadığı zorluklar ve aşk hayatındaki fırtınalar da anlatılmaktadır. Başrollerinde Clark Gable ve Vivien Leigh yer almaktadır. Vivien Leigh’e duyduğum hayranlık sayesinde bu filmi izleme kararı almıştı ve iyi ki izlemişim diyorum. İki başrol oyuncusu da bu filmde ne kadar yetenekli olduklarını kanıtlıyorlar. Filmin ise o dönemde ustaca hazırlanmış arka planları, efektleri ve müzikleri gerçekten ödüle layık bir film olduğunu izleyiciye kanıtlar nitelikte. Ayrıca belki çoğumuzun da bildiği “Frankly my dear, I don’t give a damn.” repliği bu filmde kullanılmış ve sinema tarihinde kullanılan ilk argo söz olarak kayıtlara geçmiştir. 

Filmin her konuda bir ilk olduğunu söylemek mümkün. Tam anlamıyla bir baş yapıt. Ancak ortalama film saatinden biraz daha uzun. 222 dakika olduğu için sizi biraz sıkabilir çünkü ben de bölerek izleyebildim. Ancak sabrederseniz gerçekten değeceğine emin olabilirsiniz. Hepinize şimdiden iyi seyirler diliyorum. 

23 Ekim 2018 Salı

Edebiyat Kitabı

Herkese merhabalar. Sizlere uygun fiyata bulup aldığım bir kitaptan bahsedeceğim.

Bu kitap, kesinlikle edebiyata merakı olan, edebiyatla ilgilenmeyi seven, edebiyat bölümünde okuyan veya mezun olmuş edebiyatçılarımızın kenarında bulundurması gereken bir kitap. İçerisinde belli başlı önemli noktalara yer verilmiş ve bol görseller, eğlenceli ifadeler kullanılmış. Sayfaları çevirdikçe içinizden okumak geliyor adeta.


Aynı zamanda Edebiyat Kitabı, dönemlere göre ayrılmış bir kitap. Yani okurken veya herhangi bir eser ararken kafanızın karışmayacağı bir düzene sahip. Dönemlere göre en önemli sayılan eserler ele alınmış. Sadece eserler değil, yazarlar ve dönemin özellikleri hakkında bilgiler bulmamız da mümkün. Kitap tamamen özet şeklinde yazılmış. Sıkılmadan okuyacaksınız ve can alıcı noktaları kolaylıkla öğrenebileceksiniz. İçerisinde temalar ve bazı karşılaştırmalar da bulunmakta. Baştan sona kadar renkler kullanılmış ve kitapların tek düzeliğinden biraz daha uzaklaşılmış.


Eğer edebiyat ile ilgili şeyler okumak size zor ve sıkıcı geliyorsa, eğlenerek okuyacağınız bir kitap. Şahsen ben sınavlarıma çalışırken dahi bu kitaptan yararlanma şansına sahip oldum. Eminim ki aldığınıza pişman olmayacaksınız. Aynı zamanda kitabın arka kapağında gördüğünüz gibi farklı konularda kitaplar da mevcut. İlgilendiğiniz konularla ilgili olan kitaba da ulaşma imkanınız bulunmakta. Hangisi ilginizi çekiyorsa alıp inceleyebilirsiniz. Diğer kitaplar da bu anlattığım formatta. Şimdiden herkese iyi okumalar !

Eğitim Sistemi Üzerine Eleştiri

eğitim ile ilgili görsel sonucu
Ülkemizde eğitim sistemi bir sorun halindedir. Yıllardan beri oturtulamayan bir sistem içerisinde yaşayıp gidiyoruz. Sürekli yeni şeyler ekleniyor ve bu yeni şeylere öğrenciler, öğretmenler adapte olmakta zorlanıyor. Bu yeni şeyler arasında sınav sistemleri en başta gelmektedir. Her sene yenilenen bir sınav sistemi içerisindeyiz. Hemen hemen her sene yeni bir yönetmelik geliyor ve öğrenciler ne yapacağını şaşırıyor. Bu eleştiri yazımda eğitim ve sınav sistemi yüzünden yaşadığım zorluklardan da bahsetmek istedim.
Ortaokulu bitirdikten sonra son senemizde tüm sınıf derslerini içeren bir sınava girmemiz gerekiyordu. Ancak benim ortaokula başladığım dönem her sene sonunda girmemiz gereken SBS adında bir sınav sistemi getirildi. Bu sisteme göre öğrenciler her sene sonunda o senenin derslerini içeren sınavlara giriyor ve ortaokulu bitirdiklerinde bu sınavların ortalaması ile liseye yerleşiyordu. Bu sınav sisteminin belki de ilk kurbanları bizlerdik. Ne olduğunu, nasıl olduğunu bilmediğimiz bir sistem içerisinde eğitim görmeye çalışıyorduk. Bu yüzden ilk sınavın olacağı günden önceki gece stresim ve korkum yüzümden uyuyamadım. Sınavdan sonraki gece ise rahatsızlandım ve 12 yaşında psikolojik ilaçlarla tanıştım. 12 yaşında bir çocuğun stresin ne demek olduğunu bilmediği, mutlu ve korkusuz bir hayat yaşaması gerektiğini düşünen ben, 12 yaşımdan beri hayatımdan stresi çıkaramıyorum. Bu sistemi getirenlerin bana bir sağlık borcu var. Sadece bana değil benim gibi bu sorunları yaşayan tüm çocuklara bir sağlık ve en önemlisi hayat borçları var. İnsanlar emir vermeyi veya bir şeyleri değiştirmeyi kolay sanıyor fakat bu durumdan etkilenecek insanları umursamıyorlar. Sınav sistemleri oyuncak değildir. Çocukların hayatlarıyla oynandığı bir ülkede yaşamak ise kimsesin hak ettiği bir şey değildir.
Liseden sonra üniversiteye yerleşebilmek için yapılan sınavlar da sürekli bir değişim içerisindedir. Benim dönemimde YGS ve LYS adında iki sınava girerek üniversiteye yerleşmeniz gerekiyordu. Şimdi ise daha farklı bir sistem çıkarıldı. Öğrenciler kendilerini bir sınav sistemine odaklamışken ve ona göre eğitim almaya devam ederken sene başında birden sınav sistemi tek bir cümle ile değiştirildi ve on binlerce belki de daha fazla öğrenci bu durumdan kötü bir şekilde etkilendi. Üniversite sınavımda aynı ortaokulda yaşadığım stresi yaşadım. Sınav olacağım binaya girerken kendimi kötü hissettim ve arkadaşıma yapamayacağımı söyledim. Fakat beni kolumdan tutup cesaret verdi ve birlikte girdik. Kendimi kötü hissettiğim için sınavım da kötü geçti ve bu yüzden istediğim puanı elde edemedim. Puanımı öğrendiğimde günlerce ağladım fakat bir yerden sonra kabullenmem gerekiyordu. Sonuç olarak yine stresin kurbanı oldum ve daha iyi yapacağım bir sınavdan istediğim puanı elde edemedim ve hedefimdeki okula yerleşemedim. Üniversiteye yerleştikten sonra da kendime zaman ayıramadım. Okulumuzun sistemi gerçekten çok yorucu. Tatillerimiz yok, bir senemiz üç dönem. Kısaca dur durak yok. Bu durumun da stresli bir sınav sisteminden çıkmış öğrenciler için pek sağlıklı olduğu söylenemez. Bu hayatta sadece öğrencilerin değil, herkesin kendine ayırması gereken bir zamanı olması gerektiğine inanıyorum. Sürekli iş ve koşuşturma bir süre sonra bireyleri olumsuz etkileyecektir.
Sonuç olarak bu yazımdaki eleştirim aslında sürekli değişen sınav sistemlerine ve eğitim sistemimize yöneliktir. Kimsenin hayatı oyuncak değildir. Bir sistem oturtulmadıkça bu sistemler değişmeye ve mutlaka bir öğrenci beni yaşadıklarımı yaşamak zorunda kalacaktır. Belki de daha kötüsünü yaşayacak, eğitim hayatına devam edemeyecektir. İnsanların umutları gençlerde ve aldıkları eğitimde olmasına rağmen bu kadar zorluk yaşayan bir neslin ileride sağlıklı işler yapması ne kadar mümkün olabilir? Öğrencilerin sadece sınavlardan ve derslerden geçmeye odaklandığı, bilgileri ezberlediği ve sınavlardan sonra unuttuğu bir sistem ne kadar sağlıklı olabilir? Öğrencilerin yeteneklerine göre okullar tercih etmek yerine sınava dayatılarak okullara yerleştirilmeleri ne kadar adil? Bu soruların cevaplarını bulmak için oturup düşünmemiz gerekiyor. Ancak düşünmekle de bir şey elde edemiyoruz. Çünkü sistemin değiştirilmesi ve daha faydalı, daha adil, daha sağlıklı bir sistemin oturtulması gerekiyor. Aksi takdirde gelecek nesil umduğumuz kadar iyi olamayacaktır.

20 Ekim 2018 Cumartesi

Kadın- Erkek Eşitsizliği Üzerine Eleştiri

Erkek ve kadınlar arasında yüzyıllardır süre gelen bir eşitsizlik bulunmaktadır. Tarihin ilk zamanlarından günümüze kadar süren ve çözümünü hala tam olarak bulamadığımız bir sorun olarak ortaya çıkmaktadır. Erkekler fiziksel olarak güçlü olduklarını toplumsal normlarla kabul ettirmeye çalışmaktadırlar. Kadınların daha güçsüz olduklarını, tek başlarına bir şey başaramayacaklarını, cesaretlerinin olmadığını ve hatta zekâlarının ayakta dik bir şekilde durabilmek için yeterli olmadığını öne sürerler. Bunları sadece erkekler değil tüm toplumlar böyle kabul etmişlerdir. Kadınlar da çoğu toplumlarda bu düşünce altında boyun eğmek zorunda kalmış veya bırakılmıştır. Bu sorun sadece Türkiye ve Doğu toplumlarında görülmemelidir. Avrupa’yı her zaman örnek almamız gereken ve çağdaş düşünen toplumlar olduğunu savunuruz. Ancak Avrupa’nın geçmişine baktığımız zaman bu eşitsizliğin orada da olduğunu kolaylıkla görebiliriz. İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümü öğrencisi olarak İngiltere’den bu duruma örnek verebileceğimi düşünüyorum. İngiltere’de kadınlar da toplumun alt sınıfı olarak görülmekteydi. Kadınların sadece evde çocuk bakmak, ev işi yapmak ve hayatlarını geçindirebilmek amacıyla zengin kocalarla evlenmesi gerekiyordu. Evleneceği adamı sevmesi bile önemli değildi çünkü evlilikler aileler tarafından anlaşılarak yapılıyordu. Kadınların bir işte çalışması mümkün değildi. Erkekler tarafından bir obje olarak görülüyor, eşlerinin soyadları devam etsin diye erkek çocuk doğurma görevi yükleniyordu. Cinsel hayat kadınlar için yasakken erkekler için eğlence amaçlı yaşanabiliyordu.
Birinci Elizabeth İngiltere’de tahta gelen ilk kadın hükümdardı. Ancak toplumun onu bir kadın olarak ciddiye almayacağından dolayı korkuyor kendisine bir kralda olması gereken unvanları ve görevleri yüklüyordu. Ardından sahip olduğu gücü paylaşmak istemediği için herhangi bir adamla evlenip çocuk yapmamıştır. O dönemlerde kadınlar miras sahibi olamıyor, boşanma ardından kocalarından para alamıyor, çocuklarını üzerlerine alamıyorlardı. Ancak bu durumlar yavaş yavaş getirilen yasalarla ortadan kaldırılmaya başlandı. Kraliçe Elizabeth de tahta çıkan ilk kadın olarak “ülkeyi sadece erkekler yönetebilir” algısını da biraz olsun kırmış oldu. Kadınların oy kullanabilmesi için çıkarılan yasalar da eril toplum algısını kırma yönünde atılan bir diğer adım olarak sayılabilir.
İngiltere’den verilen örneklerden sonra kendi ülkemize döndüğümüz zaman İngiltere’de yaşanan, 18.yy ve19.yy’da çözülmeye çalışılan sorunların hala devam ediyor olduğunu görebiliriz. Kadınların hala alt sınıf görüldüğü ve başarısız olduklarının iddia edildiği bir toplumda yaşıyoruz. Toplumun bir kısmının bilinçli olduğu inkâr edilemez ancak çoğunluk maalesef eril toplum düzenini devam ettiriyor. En basit örnek kadın şoförlere olan tavırlar verilebilir. Eğer bir kadın trafiğe çıkıyorsa ve trafikte en ufak bir hata yaptığında erkek şoförler tarafından saygısız davranışlara maruz kalıyor, kendilerinin şoförlük yapmaması gerektiği iddia ediliyor. Bu ülkedeki insanların ilk önce araba kullanmanın yalnızca erkeklere ait olmadığını öğrenmesi lazım. Yapılan işlerin, çalışılan alanların kadın veya erkek olarak cinsiyeti olmaması gerekir. Kadınların gücünün yetmediği, fiziksel güç gerektiren işlerde erkeklerin çalışması çok normaldir. Ancak verdiğim örnekten gidecek olursak araba kullanmanın kadının fiziksel gücünü aşan bir tarafı yoktur. Diğer sorunlardan bahsedecek olursak, kadınların ülkenin doğusunda okula gitmedikleri, zorla çalıştırıldıkları, görücü usulü evlilikler yaptırıldıkları, küçük yaşta evlendirildikleri görülmektedir. Yukarıda bahsettiğim gibi kadınları obje olarak görme durumu burada da söz konusudur. Kadının söz sahibi olması gerektiğini kabul ettiğimiz zaman belki de eşitsizliğin olmadığı diğer ülkelerin seviyesine çıkabiliriz. Ancak siyasette bile çok aktif rol oynayan kadınlarımız yok. Kraliçe Birinci Elizabeth gibi bu ülkenin de iktidarına çok önceki yıllarda bir kadın geçseydi bu algımızı biraz olsun kırabilirdik. Kadınların erkeklerle eşit haklara sahip olması bizim ülkemizde diğer ülkelere göre çok geç gerçekleştirildi. Bu durumun da toplumun düşünceleri üzerinde etkisini görebiliriz. Fakat bu durumu değiştirmek de yine bizlerin elindedir.
Kadınların bu dünyada ne kadar önemli varlıklar olduğunu unutmamamız gerekir. Kadının söz sahibi olması, eğitilmesi, kendi ayakları üzerinde durabilmesi gerekmektedir. Hayatı erkeklerin tanıdığı kadar kadınların da tanıma hakkı vardır. Kadınları bastırarak, susturmaya çalışmak hiçbir sorunun çözümü değildir. Kadınların siyasette, bilimde, sosyal alanda daha fazla ortaya çıkması gerekir. Çünkü dünyamızda bulunan sadece iki cinsiyet var ve bu cinsiyetler birbirlerinin tamamlayıcısı olarak yaratılmıştır. Biri olmadan diğerinin sürekli ayakta kalmaya çalıştığı bir dünya yanlıştır. Her bireyin eşitsizlik konusunda bilinçlenmesi ve bunu etrafına aktarması gerekmektedir. Tarihten beri süren bazı tabuları yıktığımız zaman çağdaş bir insan olmayı başarabiliriz. Entelektüel insanların sorgulayarak çözümler arayan ve düşünen insanlar olduğundan bahsettik. Bu eşitsizliğin kaynağına giderek sorgulayıp, bunun ortadan kalkması için araştırmalar yaparak fikirler üretmemiz gerekiyor. Bu fikirleri de gerçekleştirmek bizim elimizde. Aksi takdirde bu sorun yüzyıllar öncesinde var olduğu gibi yüzyıllar sonrasında da devam edecektir. Eminim ki eşit bir toplum refah seviyesi yüksek toplumlara dönüşür. Özellikle bizim ülkemizin böyle bir refah seviyesine çok ihtiyacı var. Eşitliği sağlamak, bu seviyeyi yükseltmemiz için atacağımız adımlardan sadece biri.

Gökyay Vakfı Satranç Müzesi

Herkese iyi akşamlar diliyorum. Bundan bir kaç önce Ankara'da bulunan Gökyay Vakfı Satranç Müzesi'ni gezme fırsatı yakaladım. Bu müze ile ilgili de upuzun bir değerlendirme yazdım ve bunu başlıklara ayırdım. Bu yazıda müzede gördüğüm olumlu ve olumsuz özelliklerden ve durumlardan bahsetmek istedim. Eğer birgün bu müzeyi gezme fırsatınız olursa fikir sahibi olma konusunda benim de size bir yardımım dokunur diye düşünüyorum. O zaman haydi başlayalım;

Müze Hakkında Genel Bilgiler
Müze Altındağ’da oldukça merkezi bir konumda bulunmaktadır. Akın Gökyay tarafından kurulmuştur. Kendisinin satranca olan merakı Gökyay’ı satranç koleksiyonuna iterek bu koleksiyonlarını bir oyun dışında kültürel ve manevi değeri olan bir müze haline getirmiş, çok sayıda insana ulaştırmıştır. Müze, Ankara’nın başkent oluşunun yıldönümü ile aynı olan13 Ekim 2015 tarihinde kurulmuştur. Altındağ belediye binasının hemen üst tarafında küçük bir Ankara evi mimarisindeki yapıyla ziyaretçilere geleneksel dokuyu da hissettirmektedir. Ayrıca müzenin yakınlarında çok sayıda farklı müze de bulunduğu için ziyaretçilerin yapacakları kültür gezisine de olanak sağlayacak bir konumdadır.
Müzenin girişinde kapıda bulunan satranç figürleri dikkat çekmekte ve ziyaretçiye müze hakkında fikir verme konusunda oldukça etkilidir. Ayrıca müzenin logosunda da bir satranç taşlarından olan at figürü kullanılmıştır. Satranç aşığı olan kişilerin dikkatini çekmekte oldukça başarılı olacak figürlerdir. Müze dışarıdan bakıldığında geleneksel bir Ankara evi görünümündedir ve ziyaretçileri samimi bir hava ile karşılamaktadır. Ben eski Ankara evlerini çok beğendiğim için binanın dışına baktığımda o sıcaklığı hissettim. Binanın içerisine girildiğinde sağ tarafta bilgi veren bir görevli, sol tarafta ise hediyelik eşya mağazası bulunuyor. Biz arkadaşlarımızla iki gruba ayrılarak müzeyi gezdiğimiz için bizden önce gelen arkadaşlarımızla ilgilenen görevli açıkçası bizim yüzümüze bile bakmadı ve diğer arkadaşlarımızla ilgilendi. Bize sadece biletlerimizi uzattı, müze hakkında herhangi bir bilgi vermedi ve broşürü müzeden çıkmadan önce bizim isteğimiz doğrultusunda bize dağıttı. Hediyelik eşya dükkânını ise oldukça küçük ve pahalı buldum. Eşyaların bazıları Euro bazında satılmakta, Türk Lirası ile satılan eşyalar da oldukça pahalıydı. Yaz dönemi olduğu için insanların az olmasından dolayı görevlilerin çok rahat hareket ettiğini gördüm. Hediyelik eşya dükkânına girdikten yaklaşık 10 dakika sonra görevli yanımıza geldi. Bu durumda herhangi bir hırsızlık meydana gelebilir. Müzenin planı ise görevlinin söylediğine göre alt ve üst kat U şeklinde tasarlanmış ve bu U harfi birbirine ters şekilde duruyormuş. Oysa ben müzenin haritadan kuşbakışı görüntüsüne baktığımda tam olarak ter U şekli göremedim. Bunun dışında müzenin girişinin tam karşısında bir kafe ve kafeden dışarıya çıkılan ufak bir kafe bulunuyor. Bu avlunun üzeri tenteler ile kapatılmış, güneşten iyi koruyor fakat herhangi bir yağmurda ne durumda olacağını bilemiyoruz. Ayrıca kış mevsiminde üzeri kapanmadığı için tentelerin direklerine ısıtıcılar yerleştirilmiş. Bunların soğukta yeterli olup olmayacağını belirsiz buldum. Turnikelerden geçtiğinizde sol tarafta askılıkların ve dolapların olduğu bir bölüm var. Bu kısım benim oldukça hoşuna giden taraf oldu. İsterseniz paltonuzu ve eşyalarınızı emanete bırakabiliyorsunuz. Ancak palto ile gezilmeye kırılacak eşya olmadığı için fazla müdahale edilmediğini öğrendik fakat yiyecek ve içecek ile içeriye girmek kesinlikle yasak. Müzede söyleşi, konser gibi bazı etkinlikler gerçekleştiriliyormuş, çocuklar için yaz dönemlerinde satranç kursları da açılıyormuş, kafe kısmında da özel günler için rezervasyon yaptırabiliyor ve küçük kutlamalar yaptırılabiliyormuş. Bunun müzenin halka tanıtılması adına oldukça yararlı bir adım olduğunu düşünüyorum. Son olarak dolapların ve askıların yanında bir asansör bulunuyor. Bu asansörün tam olarak engelliler için olup olmadığına emin olamadım. Çünkü asansörün üst katta herhangi bir çıkışı gözüme çarpmadı. Ancak engelliler için gerektiğinde kullanılması için bir tekerlekli sandalye bulunuyor ve üst kata çıkmaları adına görevliler demir paletler kullanıyor. Ayrıca engellilerden ücret alınmaması da oldukça nazik bir uygulama.

Teknik Elemanlar ve Güvenlik Önlemleri
Müzede aydınlatma tavandan sarkıtılan avizeler sayesinde ve camlardan içeriye vuran güneş ışığı sayesinde sağlanıyor. Aynı zamanda benim en çok hoşuma giden satranç taşı şeklinde yapılan dekor aydınlatmaları da müzenin temasıyla bir uyum sağlayarak aydınlatmaya yardımcı oluyor. Vitrin içindeki takımları aydınlatmak için ise özel olarak LED ışıklar kullanılmış. Vitrin içindeki aydınlatmayı oldukça yeterli buldum. Her ne açıdan bakarsanız bakın takımları rahatça görebilme imkânınız var. Tek sıkıntı farklı ülkelerden gelen kupaların olduğu vitrinde herhangi bir aydınlatma olmaması ve vitrinin önünde bulunan büyük avizenin, pencerelerin cam üzerinde oldukça rahatsız edici bir yansıma yapmasıydı. Hangi açıdan bakarsam bakayım bu yansımayı gördüm ve kupaları incelememi engelledi. Ayrıca vitrini tam merdiven basamaklarına yerleştirdikleri için kupaları tam olarak inceleyemedim. Onun dışında pencerelerden gelen ışıkların takımların sergilendiği vitrinlere de oldukça yansıma yapmaktaydı. Bu ışıkları azaltmak adına camlara perdeler asılmıştı fakat ben perdeleri yetersiz buldum. Perdelerin kapalı olduğu camlardan bile içeriye az da olsa ışık girmekteydi.
Isıtma olarak müzenin her yanında kaloriferler bulunmaktaydı ve ısıtma doğalgaz ile yapılıyor. Havalandırma için ise açık pencereler ve ayaklı klimalar bulunuyor. Müzenin içerisi küçük olduğu ve benim gittiğim dönem de yaz dönemi olduğu için ben içerisini oldukça havasız buldum. Bina eski olduğu için klimaların duvarlara monte edilmesinin yasak olduğu söylendi fakat ayaklı klimaları da çalışırken göremedim. Bu klimaları ise bizim çalıştırmamız gerektiği söylediğinde oldukça şaşırdım. Çünkü havalandırmanın müze çalışanları tarafından sağlanması gerektiğini düşünüyorum. Hiçbir ziyaretçi Ankara sıcağından sonra müze gezmek için basık ve sıcak bir bina tercih etmez. Bu durumda bizi serin bir iç mekânın beklemesini isterdim.
Güvenlik olarak da binanın iç ve dış mekânlarında çok sayıda güvenlik kamerası var. Binanın dışında da müzenin 7/24 izlendiğini gösteren bir tabela asılmış. Ayrıca kameranın bulunduğu duvarın biraz ilerisinde bir alarm sistemi bulunuyor. Bunlar müzenin güvenliği açısından oldukça önemli fakat görevlilerin rahat tavırları müzenin güvenliğini ister istemez tehlikeye atıyor. Öncelikle girişte turnikeler var fakat çalışmıyor. Yani bir kişi istediği gibi müzenin dışarısına çıkıp tekrar istediği gibi içeri girebiliyor ve görevliler bu konuda size herhangi bir uyarıda bulunmuyor. Ayrıca metal detektörler bulunuyor fakat bizim üzerimizde girerken kullanılmadı. Çantalarında herhangi tehlikeli veya hırsızlık amaçlı bir eşya getiren biri kolayca müzeye girebilir. Ben herhangi bir güvenlik görevlisi de göremedim. Yaz dönemi olduğu için müzede yoğunluk olmuyor, vitrin içindeki takımların da hırsızlıkla çalınacağı düşünülmüyor fakat takımların çok değerli olduğunu düşündüğümüzde güvenliğin bu kadar göz ardı edilmesi benim aklımda bir soru işareti bıraktı.
Doğalgaz borularının gözle görülür olması ise müzenin iç ve dış mekânında bir görüntü kirliğine sebep olmuş. Binanın o geleneksel görüntüsünü bozduğunu düşünüyorum. Boruların boyanmasının yasak olduğu söylendi bu yüzden bu durum göz ardı edilebilir. Şalter kapaklarının da açık olması gözümü hem rahatsız etti hem de güvenlik açısından tehdit oluşturduğunu düşündüm.




Müzedeki Fiziki Elemanlar
Müzenin tabanı ve tavanı ahşap malzemeden yapılmış, duvarlar ise kata göre farklılık göstermektedir. Giriş katında taş duvarlar kullanılmış ve geleneksel hava oldukça güzel yansıtılmış. Taş duvarların vitrin veya takımların renkleriyle herhangi gözü rahatsız eden bir zıtlık yarattığını düşünmüyorum. Üst katta kullanılan beyaz duvar da gayet sergilenen eserlerle uyumlu bir bütün oluşturmuş. Ayrıca kullanılan ahşabın aşınması gibi bir söz konusu değildir. Çünkü ahşabı aşındıracak şekilde ağır eserler sergilenmemektedir. Ahşabın ancak ziyaretçilerin ayakkabıları sebebiyle aşınabileceğini düşünüyorum. Tavan yüksekliğini de oldukça yeterli buldum. Uzun eserler rahatça binaya sokulabilir ancak sergilenen eserler satranç takımları olduğu için buna gerek kalmayacaktır. Taban üzerinde siyah renkli rotasyon çizgileri bulunmaktadır fakat ben bu çizgileri çok sonra fark ettim. Göze çarpan bir renk kullanılmamış. Okların daha dikkat çekici bir renk olması ziyaretçilerin kafa karışıklığını gidermede daha etkili olabilir.
Müzenin girişinde bir kat planı bulunmakta fakat bu planı ben müzeden çıkarken fark ettim ve girişte sizi yönlendiren herhangi bir görevli veya rotasyon çizgisi olmadığı için ben müzeyi tam ters rotasyonda gezdim ve bu kafamı biraz karıştırdı. Kat planı ise cam üzerinde renkli bir maddeyle çizilmişti ve arka planın renginde tamamen kaybolmuştu. Kat planını görmek için oldukça çaba sarf ettim fakat yine de okuyamadım. Bu durum camın arkasına yazıların daha görünür olmasını sağlayacak beyaz bir arka planla düzeltilebilir. Müzenin içerisinde de yönlendirme amaçlı panolar koyulmuş ancak benim bu panolar gözüme çarpmadı ve satranç takımlarının ayrıldıkları temaları önlerinde bulunan küçük açıklama yazılarından anlayabildim. Üst katta ise satrancın tarihinin verildiği büyük bir pano bulunmakta ve bunun müzede satranç takımları sergilendiği için uygun olduğunu düşünüyorum. Ayrıca müzenin bazı bölümlerinde koltuklar, televizyon ve sandalyeler bulunuyor. Fakat bu koltukların ziyaretçilerin dinlenmesi için yapıldığını düşünüyorum. Çünkü koltuk ve sandalyelerin bulunduğu noktadan vitrinlerin içerisindeki takımları görmek oldukça zor. Televizyonun da amacını pek anlayamadım. Ben baktığımda hiçbiri açık değildi. Açık olduklarında da müze hakkında bilgi, video, vs. oynatıldığını düşünmek istiyorum. Diğer yandan müzenin pencerelerini mimari açıdan çok güzel buldum. Tam olarak geleneksel Ankara evi yapısıyla uyumlu tahta pencereler kullanılmış. Pencerelerden baktığınızda gördüğünüz Ankara manzarası sizi tamamen farklı bir dünyaya taşıyor. Bu durumu da müzenin kurucusu Akın Gökyay’ın Ankara’ya olan hayranlığı ile bağdaştırabiliyorum.

 

Sergileme ve Sunum Teknikleri
            Müzede sergileme ve sunum tekniği olarak durağan ve vitrin içi sergileme tercih edilmiş Bu oldukça normaldir çünkü sergilenen eşyalar küçük parçalı ve değerli eşyalardır. Herhangi kırılma, hırsızlık veya bozulma gibi durumların önüne geçilmiştir. Müzedeki takımlar 6 farklı kıta, 110 farklı ülkeden gelmişlerdir. Bunların 424 tanesi Guinness Rekorlar Kitabı’na ismini yazdıran eşsiz eserlerdir. Koleksiyonun ilk parçası olan metal takım da müzede bulunmaktadır. Ancak bu takımın daha ilgi çekici bir şekilde sergilenmesini isterdim. Çünkü müzenin yapı taşını oluşturan takımdır. Bu da onu diğer takımlardan farklı yapmaktadır. Takımların görevliden öğrendiğimiz kadarıyla hemen hemen hiçbiri ile satranç oynanmamıştır. Hepsi özel ve hassas maddelerden yapılmış takımlardır. Vitrinlerin içinde her takımın hangi temada olduğunu, hangi malzemeden ve hangi ülkeden geldiğine dair bilgiler bulunmaktadır. Ancak yazıların bazılarını oldukça küçük buldum ve bu durum okumamı zorlaştırdı. Vitrinlerin ise içleri üçer veya dörder katlara ayrılmış. Vitrinlerin en altındaki takımları incelemek için eğilmeniz gerekiyor ki bu beni rahatsız eden bir durumdu. Ayrıca küçük bir çocuğun veya sandalyedeki engelli bir bireyin bulundukları yerden en üst kattaki takımları da görmeleri oldukça zor olabilir. Bu yüzden vitrinlerin herkesin rahat şekilde görebileceği şekilde yapılması daha kullanışlı olabilirdi diye düşünüyorum. Müzenin girişinde bulunan bir vitrinde de yeni gelen ve satışa çıkarılacak takımlardan oluşan karma bir sergi bulunmaktadır.



Sergileme Çeşitleri
Müzede yalnızca farklı ülkelerden satranç takımlarının ziyaretçileri sıkabileceği düşünülerek, yurtdışından gelen çok sayıda kupalar, satrançla ilgili kitaplar, satranç temalı tablolar, müze kurucusunun bulunduğu bir köşe de sergilenmiş. Bu tarz farklılıklar yapmanın ziyaretçinin ilgisini çekmekte oldukça etkilidir. Ziyaretçiler sürekli aynı şeyleri incelemekten bir süre sonra sıkılacaktır ve bu farklılıklar onların sıkıntısını gidermekte etkili olabilir. Yukarıda belirttiğim gibi satranç takımları Akın Gökyay’ın bireysel koleksiyonudur. Bu yüzden koleksiyoner odaklı sergiler bulunmaktadır. Ayrıca zaman odaklı sergiler arasında müzede sürekli sergiler bulunuyor. Müzede boş vitrinler de gözüme çarptı. Yani depoda bekleyen herhangi bir ürün bulunmadığını düşünüyorum. Yeni gelen satranç takımları da boş vitrindeki yerlerine yerleştiriliyor. Ayrıca dönemsel olarak müzeye resim sergileri de geldiğini öğrendim. Müzenin de dışarıya, alışveriş merkezlerine süreli sergiler gönderdiğini öğrendim. Bu durum müzeye ziyaretçi çekmek adına oldukça önemli bir uygulamadır. Müzenin sergileme çeşidinden farklı olarak müze girişinin tavanında eser odakları sergi olan renkli şemsiyeler de dikkatimi çekti. Ben renkli şemsiyeleri çok sevdiğim için bu sergi oldukça hoşuma gitti. Müzenin genel havasına bir farklılık kazandırdığını düşünüyorum.
Son olarak müzede sergileme ve sunum tekniklerini sınıflandırma yaptığımız zaman koleksiyona özelliklerini göz önünde bulundurabiliriz. Takımlar temalarına göre sınıflandırılmış. Bunlar; ülkeler, tasarım, çocuk, savaş-barış ve medeniyetlerdir. Bu takımlar arasında Türkiye’yi, Ankara’yı, Türk kültürünü yansıtan çok sayıda takım gördüm. Ayrıca sadece Türkiye değil dünyanın hemen hemen her ülkesini anlatan ve onların kültürlerini yansıtan takımlar bulunmaktaydı. Bu aslında bir yandan ziyaretçiler eğitici bir durumdur. Ziyaretçiler diğer ülkeler hakkında bilgi sahibi olabilir, ülkeleri birbirleriyle kıyaslayabilirler. Örneğin Fransa’da yapılan bir takımın eski Fransız modasına göre giyinmiş figürlerden oluştuğunu gördüm ve bu oldukça hoşuma gitti. Bir İngiliz Dili ve Edebiyatı öğrencisi olarak diğer ülkelerin kültürlerin ve tarihlerine oldukça ilgim vardır. Bu ilgimin satranç taşlarında yansımasını görmek beni oldukça mutlu etti. Savaş- barış temasında ise tarihte geçen büyük ve önemli savaşlar satranç takımları ile canlandırılmış gibi geldi. Medeniyetler arasında ise Antik Yunan mitolojisinden olan takımı çok beğendim çünkü kendi bölümümde mitoloji dersi aldım ve bu tanrıları inceleme fırsatı bulmuştum. Bildiğim figürleri ve tanrıları satranç taşlarında görmek oldukça hoşuma gitti. Çocuk temasında ise şirinler, asteriks ve birçok çizgi film figürleri görmek beni çocukluğuma götürdü ve yüzümde bir tebessüme sebep oldu. Ayrıca bu tarz takımlar çocukların da ilgisini çekerek onların satranca olan ilgisini arttırabilir.
Sonuç olarak müzenin oldukça farklı düşünülmüş olduğunu gördüm. Kimsenin aklıma satranç takımını koleksiyon yapmak gelmez diye düşünüyorum. Ben ilk müzeyi duyduğumda oldukça şaşırmıştım. Müzenin en azından herkes tarafından bir kez de olsa görülmesini tavsiye ediyorum. Genel olarak yapılan hatalara ve eksiklere rağmen güzel bir müze olduğunu düşünüyorum. Sürekli heykel, tablo gibi eserler inceleyenler için farklı bir deneyim olacaktır.

Minik Lezzet Paketleri (Starbucks Severler Toplanın!)

 Hello! Ben geldim. Bu gün Starbucks aşıkları için minik bir yazı düzenlemek istedim. Bildiğiniz gibi son yıllarda Starbucks kahveleri hayat...